Köyün diğer gençleri okumak için zamanlarının çoğunu ilçede geçiriyordu. Köydeki ailelerin birçoğunun ilçede de evi vardı. İlçe ile köy arasında koordineli bir yaşam sürüyorlardı. Hafta içi ilçede, hafta sonu ve tatillerde ise köyde…
Ali ise ilçeyi sevmiyor, köyün dışına pek çıkmıyordu. Zaten istese bile nasıl çıkabilirdi ki? Köyün işlerini yetiştirmek için yirmi dört saat yetmiyordu. Sabah kalkar kalkmaz maraton başlıyor… Bağ-bahçe, kümes, ahır derken akşam oluyordu. Bazen yemek yemeye bile vakit bulamıyordu.
Ama bu yorgunluğunun da mükafatını alıyordu. Bu sayede yediği, içtiği her şey doğaldı. Sütünden peynirine, ekmeğinden sebzesine, yumurtasından etine… Köyde ki diğer aileler bazı şeyleri bakkaldan alıyorlardı. Tüm işlere yetişemedikleri için kimisi ekmeği, kimisi peyniri… Yetiştirdikleri ana mahsulü hasat etseler onlar için yeterliydi. Hem hazırını almak varken bu kadar uğraşmaya değer miydi?
Ali bu yoğunluğun içinde kendini geliştirmeye çok vakit bulamıyordu. Bir hayvanın nasıl yetiştirileceğini çok iyi biliyordu. Ama dört işlem yaparken parmaklarını kullanıyordu. Sebze-meyve yetiştirme konusunda çok iyiydi. Ama üçgenin iç açılarını sorunca boş boş bakıyordu. Buğdayı, arpayı yetiştirmeyi biliyordu ama “dahi” anlamındaki de’yi ayrı yazmıyordu. Hayatın en doğal ve gerçek halini yaşıyordu. Buna rağmen bu gerçekliğin kaynağını hiç irdelemiyordu. Hem bu yoğunluğun içinde ona nasıl vakit ayıracaktı?
Bir gün köylerine bir misafir geldi. Köy kahvesinde akşam sohbeti yapıyorlardı. Ali de sohbete katılmak için kahveye gitti. Anlatılanları bir köşeden yarım yamalak dinliyordu. Henüz sohbete katılacak yaşta değildi. Hem bu sohbetlerde konuşulacak ne biliyordu ki?
Gelen misafir doğa ile ilgili bir şeyler anlatıyordu. Ağaçlardan, bitkilerden, hayvanlardan, doğal yaşamdan… Anlattıkları Ali’nin dikkatini çekti ve daha dikkatli dinlemeye başladı.
Yaratılan her şeyin fayda vermek üzere olduğunu işitti. Doğada zarar veren tek canlının insan olduğunu duydu. Misafir anlattıkça Ali’nin zihninde bir şeyler canlandı. Bakımını yapmadığı ağaçlar yine meyve veriyordu. Bir de o meyveleri toplarken dallarını kıran çocuklar aklına geldi.
“Yaratılan her şey bir yaratıcının ispatıdır.” diye bir cümle geçti. Ali’nin aklına ektiği bitkiler geldi. Bir domatesi tohumunu ekiyor, bir süre sonra domates çıkıyor. O domatesin tohumunu da ertesi sene ekiyordu. Bu döngü aklına geldi ve adamın anlattıklarına hak verdi.
İnsana verilen nimetlerin sınırsızlığından bahsetti adam. Ve bu nimetler için ne kadar şükrettiğimizi sordu. Herkes hep bir ağızdan “ALLAH’a şükrediyoruz.” dedi. Oysa bu verilenler için yeterli miydi? Ali hiçbir şey demedi, diyemedi… Çünkü o köyde en çok çalışan oydu. En çok bedeli o ödemişti. Verilen nimetleri en iyi o biliyordu. Tabi kıymetini de en iyi o bilecekti.
Adam anlattıkça Ali’nin gözleri açılıyordu. Zihnindeki sorular bulmacanın parçaları gibi yerine oturuyordu.
İnsanın verilen bu sınırlı zamana yaşam deniyordu. Bu zaman aralığında sonsuz nimetler elinin altındaydı. Bu nimetler için de insanın çalışıp çabalaması gerekiyordu. Ayrıca şükretmesi ve nimetleri kimin verdiğini bilmesi gerekiyordu.
Ali kendisine verilen nimetlerin farkındaydı. Şükür ettiğini de düşünüyordu, ediyordu da. Ama bu kadarı yeterli değildi sanki. Verilenlerin çokluğu karşısında şükrümüz çok cılız kalıyordu.
Ali zihninde bir şeyleri oturturken adam konuşmaya devam ediyordu. “İşte bu nimetlere şükrümüzü en iyi, bize bu nimetleri verene secde ederek gösterebiliriz.” Kahvede bir uğultu başladı; “Hocam köyde iş bitmiyor ki secde etmeye vaktimiz olsun.” dedi biri. Her bir yandan “Evet, evet, evet…” lafları uçuştu.
Bir tek Ali’den ses çıkmadı, çıkamadı. Köyün en çok çalışanı, en az vakti olanından... Çünkü, verilen nimetler o kadar çoktu ki! Bununda en çok Ali farkındaydı. Ama o da diğer köylüler gibi lafta şükrediyordu.
Ali şükrünü göstermeye karar verdi. Niyet etti ama bugüne kadar yapmadığı bir şey… Acaba kolay bir şekilde yapabilecek miydi?
Kahvedeki sohbet bittiğinde düşüncelere dalarak eve gitti. Hem günün yorgunluğu hem zihninin yorgunluğu onu yatağa çekti. Tam yatağına doğru yönelmiş uzanıyordu ki… Biraz önce aldığı kararı unuttuğu aklına geldi. Oysaki ne kadar da kesin bir şekilde karar almıştı! Bütün günün yorgunluğunun üstüne nasıl abdest alacaktı? Acaba su uykusunu açacak kadar soğuk muydu? Hem bu yorgunlukla nasıl namaz kılacaktı?
Ayaklarını sürüye sürüye lavaboya gitti. Kollarını ve paçalarını sıvadı, musluğu açtı. Köyün buz gibi suyuyla önce ellerini yıkadı. Sonra ağzına ve burnuna su verdi. Yüzünü yıkadığında yaptığı işin önemini idrak etmeye başlamıştı. Ayaklarını da yıkayıp seccade aramaya koyulunca artık daha da netti.
Seccadeyi serdiğinde yönünden tam emin olamadı. Duvara doğru çevirdi ve işte tamam, şimdi olmuştu.
Hayata karşı dik bir duruş, yaratıcıya karşı bir teslimiyet…
Niyet edip de tekbir aldığında ellerini kulak memelerine götürdü. Ellerini öyle bir kavisle kulak memelerine götürmüştü ki… Dünyanın bütün keşmekeşini ardına atmıştı adeta. Atması da gerekirdi, çünkü ALLAH Ekberdi. Ve kollarını göbeğinde birleştirdi. Boynunu da secdeye doğru hafifçe büktü. Bu duruş ona dimdik bir duruş ve boyun eğiş görüntüsü vermişti. Dünyaya karşı dik, RABbine karşı teslimiyet, öyle de hissediyordu. Boynunu secdeye doğru eğişi, bir an önce secdeye varmak ister gibiydi.
Çocukken gittiği Kur’an kursunda öğrendiği şekilde içinden duaları ve sureleri okuyordu. Sure bittikten sonra ellerini dizlerine götürdü ve rükuya gitti. Secdeye bir adım daha yaklaşmıştı. Tebessüm etti ve secdeden uzaklaşmak istemeyerek doğruldu. Ardından kendini adeta yere bıraktı. Ali’nin dizleri yere değdiğinde derme çatma köy evi zangırdadı.
Alnı secdeye değdiğinde içinden bir ses “İşte bu!” demişti. Aradığı tat, lezzet, huzur her neyse buydu. İçinde adeta fırtınalar kopmaya başlamıştı. Kalkmak istedi ama bir türlü kalkamadı. Sanki uzun bir süre böyle kalması gerekiyordu.
Ayakta dururken de rükudayken de bir şeyler eksikti… Ama şimdi tam olmuştu sanki. Evet, bütün acizliğiyle ve eksikliğiyle olabildiğince küçülmüştü. Ve ALLAH’ın büyüklüğü karşısında secde etmişti. Diğer her şeyi arkada bırakarak…
Birkaç dakika boyunca secdeden kalkamadı. İçini kaplayan huzur gözünden birkaç damla akmasına neden olmuştu. Damlalar seccadeye düştüğünde Ali doğruldu. Adeta doyamamış gibi tekrar secdeye kapandı. Bu sefer de aynı hislerle karşılaştı. Yine gözlerinden birkaç damla yaş döküldü. Yine secdeden kalkmakta çok zorlandı.
Ali namazını bitirdiğinde yeni bir hayatın da başlangıcında olduğunu anladı.
Yatağa kendini zar zor attı. Kendini hiç bu kadar yorgun ama bir o kadar da mutlu hissetmemişti. Ali bu yorgunluğu dünyalara değişmemeye karar verdi. Çünkü bu yorgunluk çok güzel bir yorgunluktu.