“Erooool...”
Eşine her sabah seslenmekten bıkmıştı Şule. El âlemin kocası, karısını sabah öpücüklerle uyandırıyordu. O ise 12.00 ye kadar yatan kocasını uyandırmaya alışmıştı. Çocuk gibiydi kocası. Masanın başına geçip kahvaltısını yapardı.
“İki çocuk yetmezmiş gibi bir de üçüncüsü çıktı başımıza.”
Böyle derdi içinden Şule. Kahvaltısını yapar yapmaz ikinci evine kaçardı. Kahvehaneye. Orada dış âlemden kopup yirmi yıllık arkadaşlarıyla oyuna dalardı. Hiç, “oğlan ne yapıyor? Kız ne yapıyor?” diye düşünmezdi. Evin ve çocukların tüm yükü neredeyse Şule’nin üzerindeydi. Üç aylık yaz tatilinde her gün durum böyleydi. Akşam eve geldiğinde de bir iki yalandan çocukları öperdi. Sonra hızlıca bir şeyler atıştırırdı. Ve bilgisayarda oyuna kaldığı yerden devam ederdi.
Şule ise “Bu nereye kadar böyle gidecek?” diye düşünür ve perişan olurdu. Anneleri olarak bulaşık, ütü, yemeklerini yapmak yetmiyordu. Yeri gelince çocuklarına babalık da yapması gerekiyordu. Hayatta boşluk olmadığı için babalarından boşalan görevi biri doldurmalıydı. Olan da maalesef bizim Şule’ye oluyordu. Yeri geliyordu harçlıklarını veriyordu, dışarda gezdiriyordu, öğüt veriyordu…
Tabi çocuklar da ayrı bir kafadaydı. Kız ergenliğe yeni girmiş, kendince süslenip püsleniyordu. “Kızım kalk da çayları koy” deyince hiç dinlemezdi. Anında cevabı yapıştırırdı:
“Ben sizin köleniz miyim ya? Ben daha çocuğum.”
Kendini köle olarak görmez ama annesinden her şeyi ister. Oğlan desen daha dokuzuna yeni girmişti fırlama. Evde kırmadığı oyuncak, dağıtmadığı yer kalmamıştı. “Anne nerde benim kahvaltım? Nerede oyuncaklarım?”
“Cehennemin dibindeeee…” demek isterken hep kendini son anda frenliyordu.
“ Bak oğlum nereye koyduysan oradadır.” Bu cevabı vermekten sıkılmıştı. Zaten oğlu ablasıyla da anlaşamıyordu. Ablası kardeşine olan ilgiye bir türlü alışamamıştı.
“Ona istediğini aldınız ama bana bir kıyafeti bile zor alıyorsunuz.” Hâlbuki hanımefendinin kıyafet dolabı kadın oyuncularınki ile yarışır düzeydeydi. Onun sadece bundan haberi yoktu. Sinirini alamayan Erol oğluna, Şule kızına bağırır, içindekini boşaltırdı…
Bu durum aşağı yukarı her yaz böyle sürüyordu. Bunlar yetmezmiş gibi başka problemler de yakasını bırakmıyordu. Akrabalar, kiralar, okuldaki çocuklar da ayrı bir dertti. Yaz tatilinde üç çocuğu okul zamanı otuz çocuğu oluyordu. Her birisiyle ayrı uğraş ayrı ilgilenmek gerekiyordu. Velilerin bu kadar çocuklarını koruduğu dönemde öğretmenlik yapmak zordu. Çocuk gık dese velisi anında okulda beliriyordu. Sadece çocuklar değildi bunu diyen. Akrabalardan da biri gık dese Şule’ye şikâyet ediyordu.
“Kız sence ne yapayım? Şu hadsizin dediğine baksana. Neymiş efendim, köyden gelen pekmezi eşit paylaşmamışım. Ona küçüklüğünde yaptığım iyilikleri bilmiyor ama hakkımı da helal etmiyorum.”
Sudan sebeplerden küsen kız kardeşler adresi Şule’de buluyordu. Sessiz sakin her duyduğunu içine atan bir yenge olup çıkmıştı. Anlat dur içindekileri. Esra Erol’un çözmekte zorlanacağı meseleler gibiydi. Bu akraba entrikalarını Şule’ni çözmesini bekliyorlardı.
“Bu kadar yükü kaldırmak için Nene Hatun olmam gerekir.”
Hep kendi kendine bu cümleyi söylerdi sıkıldığı bunaldığı zamanlar. Bir de Kayserili olmanın getirdiği hamur işlerine sarardı. Mantılar, pastalar, börekler, poğaçalar… Ailenin bir numaralı aşçısıydı hamur işlerinde. Hem yedirir hem de iyi yerdi. Sığınacak bir kaynaktı hamur işi onun için.
Ta ki bir sabah uyanana kadar… Gayri ihtiyari göğsüne dokunurken bir kitle fark etti. Bir telaş sardı. Bu telaş ve korku içinde doktordan hemen randevu aldılar. Erol’da da bir telaş. Çocuklarda farkında olmamanın verdiği masumluk…
Sonuçlar çıkmıştı. Doktor bir kist gördüğünü ve göğüs kanseri olabileceğini söyledi. Bir korku, endişe, yoğun bir acı kaplamıştı karı kocayı.
“Ama neden? Neden ben? Neden ben?” dedi kendi kendine konuşuyordu Şule. Doktorun ağzından ise şunlar döküldü:
“Yoğun stres, yanlış beslenme, uykusuzluk bu hastalığı tetikleyen unsurlar.” Şule eline aldığı reçetede bir ton ilaç yazıldığını gördü…
Peki, bir zaman yolculuğuna çıkalım Şule ile beraber. Çok öncesine gidelim. Daha evlenmediği, yenge olmadığı, mantı yapamadığı dönemlere… Sizce bunları yaşayacağını bilse evlenir miydi? Yanlış eş olacağını bile bile tercih eder miydi? Bir işe yaramayacağını bile bile dedikodusunu dinler miydi görümcelerinin? İçine ata ata strese sokar mıydı kendini? Hamur işlerini tüm sistemini mahvedeceğini bile bile tüketir miydi? Her gün yine mantılar, börekler, çörekler yapar mıydı? En ufacık adımının nelere sebebiyet vereceğini bilseydi o adımları atar mıydı?
Ya insanoğlu? Neden maddeye insana eşyaya bağımlı olur? Zarar vereceğini bile bile neden yanlışı seçer? Zamanda ileri gitse… Bir milyon yıl sonraki evreni mi merak eder? Otuz yıl sonra yaşayacağı olayları mı düşünür? Tüm bunları temelini şu anda yaptıklarımızın oluşturduğunu bilsek… Garip garip işler…
Deneyimsel Tasarım Öğretisi geçmiş deneyimlerden yola çıkarak, geleceğimizi tasarlamaya yönelik stratejiler üreten bir bilgi topluluğudur.
“Kim Kimdir”,” İlişkilerde Ustalık”, “Başarı Psikolojisi” ve “Sakınmada Ustalık” seminerleriyle mutlu ve başarılı olmak isteyen insanlara problemlerini çözmeleri ve hedeflerine ulaşabilmeleri için ihtiyaç duydukları yöntemleri öğretir.