Sabah saatleri, hep güzel gelmişti ona. Gün yeni aydınlanmaya başladığı, hareketin yavaş yavaş başladığı saatler... Güneş, yeryüzüne ışıklarını vermiş, kuş sesleri artmaya başlamıştı. Horozun sesi, sanatçılara taş çıkarırcasına içten içe ötmesi, sanki yeni bir günün habercisiydi insana. Tüm canlıların hareketlenmeye başladığı, böceklerin çiçeklere ve ağaçlara yöneldiği, yaprakların dirildiği, çiçeklerin boynunu kaldırdığı saatler...
Sanki yeniden dirilme gibi, öncesindeki olan durgunluk, kısa bir süre sonra canlılığın başladığı, günün ilk ışıklarının Mahmut'un yüzüne vurduğu saatlerdi. Mahmut, o küçük köy evinde bir başka uyanıyordu. Bir başka duyuyor, bir başka görüyor, bir başka algılıyor, bir başka irdeliyordu. Etrafında, dikkatini dağıtacak dış etkenlerin hiçbiri yoktu. Araba sesleri, trafik koşuşturması, durakta bekleyen insanlar, gürültülü müzik sesi burada yoktu. Telefon bile bazen çekmediği bir yerdi. Mahmut baktığında başka görüyor, başka duyuyordu. O günlerde biraz mutsuz hissediyordu kendisini; bazı konularda başarısız olduğunu düşündüğü bir dönemdi ama orada olmak ona iyi geliyordu. Bakıyor, düşünüyor, yaşadıklarının muhasebesini rahat yapabiliyordu. Birkaç meyve ağacı dikmişti, üç yıl geçmesine rağmen bir tane bile meyve vermemişti. Şaşırıyordu, ilerideki komşusu, aynı zamanda ağaç dikmesine rağmen, meyve almaya başlamıştı. Anlam veremiyordu, baktığında yanlış bir şey yapmadığını düşünüyordu; onlara iyi bakmıştı, sulamasını iyi yapmıştı, gübresini vermişti.
Peki, sorun neydi? Kendi anlamlandıramıyordu. Konuşmayı çok sevmese de biraz yürüdü, komşusundan deneyim transferi yapacaktı ve sordu: "Sen neler yaptın ve ben nerede yanlış yaptım, anlamak istiyorum." Komşusu, sebze ve meyvelerine nasıl baktığını tek tek anlattı. Mahmut, her şeyi doğru yaptığını düşünürken, nerede hata yaptığını anladı. Daha verim alabilmek için fazla gübre koymuştu; daha iyi olsun diye fazla sulamıştı. Evine döndü, oturdu, düşünmeye başladı: Nasıl olur da bir şeye iyi gelen, hatta onun için hayat kaynağı olan bir şey, fazlalaştığında ona zarar vermeye başlar? O anladı ki, kıvamla ilgili bir mesele var. Bir miktar gübre, bir sebzenin verimi için işe yararken, fazla gübrenin bitkiyi yaktığını veya verimsizleştirdiğini anladı. Su nasıl olur da bir ağaç ve sebze için olmazsa olmaz bir şey iken, fazla sulama bitkiye ve ağaca zarar verebiliyordu. Sonra düşünmeye başladı: Hayatın neresine bakarsan bak, bir kıvamın, dengenin olduğunu anladı; hayatın olanda bile kıvamı bozulunca zarar verdiğini gördü. Sonra döndü, kendi hayatına, ilişkilerine baktı. İlişkilerinde birçok yerde kıvam kalmadığını anladı: Çocuklarıyla olan ilişkilerinde, iş hayatında, sosyal ilişkilerinde, işe yaradığını düşündüğü her şeyin miktarını arttırmıştı. Hediyelerinin, jestlerinin, söylediği güzel sözlerin, otoriterliğini gösterirken kidavranışlarının...
İnsanoğlu, ihtiyaçlı bir canlı, iletişimde bir şey işe yarıyor diye hemen miktar arttırmaya meyilli eder.