Arif koltuğunu arkaya yatırmış ekranları izliyordu. Herhangi bir aksaklık çıkmadan nöbetini bitirebilse mutlu olacaktı. Şunun şurasında bir saati kalmıştı. Sessizlik Arif’i gevşetmiş ve koltukla iyice bütünleşmişti. Gözleri kapanmaya başlarken telefonun sesiyle irkildi. Kimdi acaba bu saatte? İşleri de toparlamıştık diye geçirdi içinden.
Telefonun ekranında isim yazıyordu. Personellerden biri demekti bu. Uykulu gözlerle telefona yaklaşınca ekrandaki yazıyı okudu: “Ali Rıza”.
- Alo!
- Selamun aleyküm?
- Aleyküm selam Ali Rıza. Ben Arif. Hayırdır inşALLAH?
- Babamı kaybettik!
- Hadi ya… ALLAH rahmet eylesin. Başın sağ olsun kardeşim.
- Âmin, ALLAH razı olsun. Sabah olmadan haber vereyim dedim. İşe gelemeyeceğim.
- Tamam kardeşim, sorun değil. Sen belgeleri ve defin bilgilerini paylaşırsan biz de bilgilendirme yaparız.
- Tamamdır, haber veririm.
- Yapabileceğimiz bir şey var mı?
- Yok, teşekkürler.
Arif bir an kendi babasını düşündü. “ALLAH uzun ömür versin” dedi içinden.
Ali Rıza’nın babası emekli emniyet müdürüydü. Yaşı 85 idi. Yılların yorgunluğu onu iyice yıpratmış. Artık kendi ihtiyaçlarını göremez hale getirmişti. Ali Rıza ve kardeşleri ellerinden geldiği kadar yardımcı oluyordu. Ama hiç de kolay değildi. Son zamanlarda akli melekelerini de kaybetmişti. Oğlunu babası, eşini de annesi sanıyordu. Bu yönden de idare edilmesi gerekiyordu. Derken vadesi doldu. Ve ruhu tekrar buluşacağı vakte kadar bedenini terk etmişti.
Arif’in nöbeti bitmiş; görevi sabah vardiyasına devretmişti. Sabah nöbete gelen Murat’a gece yapılan işleri aktarmıştı. Ve Ali Rıza’nın babasını kaybettiğini de iletmişti. Ali Rıza’nın cenaze bilgilerini gün içinde paylaşacağını da eklemişti.
Murat nöbeti devraldı. Koltuğuna oturur oturmaz cep telefonu çaldı. Konuşmalarında endişe vardı. Hepi topu birkaç cümle kurmuştu. Sonra “tamam geliyorum” deyip telefonu kapattı.
Nöbetteki arkadaşlarına “Acil çıkmam gerekiyor, çocuk kötü olmuş” diyebildi.
Murat iki hafta önce baba olmuştu. İkinci kızını kucağına aldığında tekrar yaşamıştı. Beş yıl önce yaşadığı o mutluluğu… Eşinin hamilelik dönemi ve doğum süreci zor geçmişti. Ancak kızını kucağına alınca bütün zorluklar unutulup gitmişti. Her şey de iyi gidiyordu. Gayet sağlıklı doğmuştu. Ay parçası gibiydi. Ta ki dün geceye kadar…
Dün gece sabaha kadar ağlamıştı. Bir türlü susturamamışlardı küçük kızı. Sabaha doğru nefes alışverişi de değişmişti. Murat sabah evden çıkarken bebekteki bu farklılığı görmüştü. Fakat kötüye yormamıştı. Evden çıkıp işin yolunu tutmuştu ama aklı evdeydi.
“İşe gitmesem de bebeği hastaneye mi götürsem acaba?” Böyle geçirmişti içinden. Bu fikri içinden geçirdiğiyle kaldı ve yoluna devam etti.
İşe vardığında eşinin aramasıyla, “içimden geçeni yapsaydım” diye hayıflandı. Arkadaşlarına durumu iletip hemen yola koyuldu. Zihninde bin bir türlü sorular… Acabalar… Keşkeler… Yoksalar…
Yarım saat sonra eşinin bebeği götürdüğü hastaneye varmıştı.
İşyerindeki arkadaşları da merakla haber bekliyordu. İnşALLAH kötü bir şey yoktur diye düşünüyorlardı. İş arkadaşı Ferdi telefonu eline alarak Murat’ı aradı. İyi haberi duymak umuduyla. Telefon bir çaldı, iki çaldı, üç çaldı, açılmadı. “Acaba bir şey mi oldu? Neden telefona bakmıyor?” İçinden bunları geçirirken dördüncü çalışta telefon açıldı.
- Murat ne yaptın, sorun var mı?
Ferdi soruyu sorar sormaz gelen sesten durumu anlamıştı. Murat hüngür hüngür ağlıyordu.
- “Ferdi, bebek gitti” diyebildi.
Ferdi bu cevabı hiç hesap etmemişti. Nasıl yani? Ferdi’nin boğazı düğümlendi. Ne diyeceğini bilemedi ve o da başladı ağlamaya. Ofisteki arkadaşları bir anda Ferdi’ye dönerek durumu anlamaya çalıştı.
“ALLAH rahmet eylesin” diyebildi sessizce. Daha sonra “ALLAH’ım sen sabır ver. ALLAH’ım sen sabır ver. ALLAH’ım sen sabır ver.”
Bir anda gök yere inmişti sanki. Herkesin üzerinde bir ağırlık... Kimse ne yapacağını bilemiyordu. Kelimeler düğümlendi, sese dönüşemedi. Ferdi’nin elindeki ahize yere düştü. Bu ses dışında bir süre ses çıkmadı.
Biraz sonra, “şimdi ne yapacağız” diyerek toparlanmaya başladılar. Murat’ı yalnız bırakmamak gerekirdi. Hemen iki arkadaşı yola koyuldu. Murat’ın yanına gittiklerinde onu kaldırımda oturur halde buldular. Ruhu çekilmiş bir ceset gibiydi. Gözleri musluk olmuş, şapır şapır hüzün gözyaşları dökülüyordu. Akrabaları ise eşini sakinleştirmeye çalışıyordu.
Tüm çalışanlar aynı gün iki ölüm haberinin üzüntüsünü yaşıyordu. Herkes üzüntüsünü dile getiriyor; “birinin zaten yaşayacağı kadar yaşadığını fakat bebeğe çok üzüldüğünü” söylüyordu. Cenazede bu söylemin karşılığı görülüyordu. İşyerindeki çalışanların çoğu bebeğe daha çok üzülmüştü. Dolayısıyla, bebeğin cenazesine gitmişti.
Peki, olaya bir de gerçeklik boyutundan bakalım…
Ölenlerden biri 85 yıl önce bu dünyaya gelmişti. Diğeri ise 15 gün önce. Bu dünyaya gelen her insan eninde sonunda ölecektir. Bu gerçek doğan her insanın bilmesi gereken ilk gerçekliktir. Ama bilmediğimiz şey ne zaman öleceğimizdir.
Her doğan insan bu hayatta ne kadar yaşayacağını bilemez. Onun için her an ölecekmiş gibi yaşaması gerekir. Günahtan uzak durması gerekir. Adaletsizlik, zorbalık yapmaması gerekir. Hayat sorumluluğu ağır bir yüktür. Ve daha da ağırı sınav süremizi bilmiyoruz. “Gençken bu hayatın hazlarını yaşayayım. Yaş ilerleyince tövbe eder, ibadetimi yaparım.” Böyle düşünen insanın vay haline! Bak, daha 15 günlük bir bebek bile ölebiliyor.
Bebeğin ölümünü duyan bazıları da şöyle diyor: “ALLAH sıralı ölüm versin.” Neden? Çünkü biz öyle bir hayata alışığız. Öylesi işimize geliyor. Gençken her haltı yiyip, güçten düşünce “daha yapmayacağız” diyoruz.
Sınav sahası öyle bir alan ki… Ne başlangıcı ne de bitişi elimizde. Ama aradaki süre tamamen kendi kontrolümüzde. Peki, bu sahada süreyi iyi nasıl geçirebilirim? Sınavın her an bitebileceğini unutmayarak.
Hangisine daha çok üzülmeli? Cennete gidecek olan bebeğe mi? Yoksa akıbeti belli olmayan Ali Rıza’nın babasına mı?
Peki ya bizim akıbetimiz?
Deneyimsel Öğreti, insanın yaşamının sonunda pişman olmayacağı mutlu bir hayat sürmesinin stratejilerini verir…
Bu yazı bana “Ne için geldik?” sorusunu hatırlatıyor. Sınavı unutmamak en kilit nokta… Emeğinize sağlık…
YanıtlaSil