BABAM DA BABAM!



   Zeki’nin beklediği haber gelmişti sonunda. Uzun süredir bu anın hayalini kurmuştu. Telefonun ucundaki beyefendi mümkünse bugün uğrayabilir misiniz, dedi. Saat 15.00’dagörüşmek için randevulaştılar.

 

Cevizlibağ’da metrobüsten indi, ağır adımlarla tramvaya doğru yürürken düşünceliydi. Karışık duygular içerisindeydi. Yayınevi ile görüşme koparmak için haftalardır uğraşıyordu. Sonunda gerçekleşmişti. Ama ya kayda değer birşey bulmaz ve yayınlamayı reddederlerse? Babasının sesi yankılandı kulaklarında:

 

“Sen hiçbir zaman sonuçlarla ilgilenme evladım.  Hayatında hiçbir zaman sonuçları önceleme. Sen her zaman sebepleri oluşturmaya odaklan. Son ana kadar mücadeleni ver. Buna rağmen olmazsa da senin için hayır olan belki de isteğinin gerçekleşmemesinde...” 

“ Sonuçlarla değil sebeplerle ilgilenin.” 

 

Tramvayın camından etrafı seyre dalmışken Çemberlitaş anonsuyla kendine geldi. Kapılar kapanmadan son anda kendini dışarı attı. Cağaloğlu yokuşundan aşağı doğru yürümeye başladı. Yürürken, İstanbul’un her köşesinde babasıyla anılarının olduğunu fark etti. Yaşıtlarının aksine, babasıyla hep iyi geçinmişti. Bir arkadaş gibi değil, olması gerektiği gibiydi. Bir BABA gibi… Hafif yanlış yöne meylettiğinde onu düzeltecek bir netliğe ve otoriteye sahipti. Ancak kıran döken bir otorite değildi bu. İşin sonunda, çocuğunun kendi ayakları üzerinde kendine yeten bir birey olabilmesi için bazen içi acısa da, hayır diyen. Kendinden olan, canından olana sert ve net olabilmedeydi sır. Zeki, hata yaptığında ise bazen hatanın üzerini örter ve doğru yola ulaşmasında destekçisi olurdu. 

 

Babasından korkardı Zeki. Ama bu korku onun babasının ona olan sevgisini kaybetme korkusundan ileri gelirdi. Astığı astık, kestiği kestik bir baba profili çizmiyordu. Güçlü, lider, sözü dinlenen, akıl danışılan biriydi. Kendisine gösterilen ilgi ve saygıya rağmen mütevazı kalmayı başarıyordu. Güçlü bir figürdü, fakat merhamet ve gücü tek potada eritmişti sanki… Bunları düşünürken, yayınevinin kapısına varmıştı çoktan. Suat Bey, Zeki’yi kapıda karşıladı. Suat Bey hem iltifatta bulundu içerikle ilgili, hem de yakın zamanda yayına alacaklarının müjdesini iletti. Ama en büyük sürpriz, örnek baskıyı Zeki’ye takdim etmesi oldu Zeki için… 

 

Suat Bey’in verdiği kitap kalbinin üzerinde, bir solukta çıktı Cağaloğlu yokuşunu… Bulutların üzerindeymiş gibi. Sanki taş zeminlere değilde pamuklara bata çıka ilerledi.  Vaktiyle babasıyla uzun uzun sohbetler ettikleri çay bahçesine attı kendini. Bir çay söyledi. Kitabı açmaya kıyamıyordu. Ne kadar geciktirirse, o kadar haz alıyordu sanki. Kitabı yavaşça okşadı, eli babasının isminin olduğu kısma gelince durdu. Bir yaş süzüldü gözünden… 

 

Sayfaları yavaşça çevirirken babasıyla olan anıları film şeridi gibi akıyordu sanki. Tıpkı küçükken kibrit kutusu büyüklüğünde resimlerden oluşan bir minik kitabı çevirdiğinde hareketlenen çizgi film karakteri gibi… 

 

Babası köşesine çekilir ve bir şeyler karalardı çoğu zaman. Notlarını çok sonradan onu kaybettikten sonra, eşyalarını karıştırırken bulmuştu. Babası iyi bir öğretmendi. Yüzlerce öğrenci yetiştirmişti. Diğer öğretmenlerin illallah ettiği öğrencileri sınıfına kabul ederdi. En sorunlu öğrenciler bile, onun elinde birer pırlantaya dönüşürdü. Derslerinde başarılı olmayabilirdi bazıları. Ama nerdeyse hepsi iyi, başarılı birer insan olmuşlardı. Hayatta amacı ve hedefleri olan insanlara dönüştürmüştü öğrencilerini. 

 

Açtığı ilk sayfayı okumaya koyuldu istemsizce Zeki. 

 

“ Hayatta çok zengin olabilirsiniz, fakir olabilirsiniz, iyi birer mühendis, iyi birer öğretmen, muhasebeci, doktor, esnaf olabilirsiniz.  Bunlar sizin ancak, hayattaki hedefleriniz olabilir. Siz elinizin değdiklerini kıymetlendirmeye bakın. Kıymetlendiremeyeceğiniz hiçbir değere de dokunmayın. İnsanın amacı mutlu ve başarılı olmak… Mutluluk ve başarı da sonuç ile alakalı değil. Mutluluk ve başarı sürecin ta kendisi… Sürecin içinde, kavganın içinde, mücadelenin içinde mutlu olan, mutlu olmayı hakeder. Mutluluk bir dağın arkasında saklı bir hazine değil. Sanki inadına gözümüzün önünde saklı. O dağın arkasına varırken eğlenebiliyorsam, hata yaptığımda kendimle alay edebiliyorsam, yaptıklarımı önemsiyorsam, oldum ben demiyorsam, kıymetimi kendimden menkul bilmiyorsam MUTLULUK’u hakediyorum.”

 

Bir sayfa daha çevirdi:

 

Öğrencilerime hep şunu öğütledim. Hayatınızda hiç bir zaman kanaat notuyla geçmeyin. Bugün ben size ufak bir destek olurum belki. Ama bu ileride sizinle alakalı iyi yerlere varmayan bir sonucun işaret fişeği olur ancak. Bu sizin bugün geçtiğinizin ama muhakkak yarın kalacağınızın işareti. Yarın sizi destekleyecek bir ben olmadığında, sizi destekleyecek insanlar olmadığında sınavınız neyse o an kalacağınızın işareti. Hep baskın derecede iyi olun, baskın derecede iyilik yapın. Sınırlardan uzak durun. Hayatta hep mücadelenizle varolun.”

 

Kitabı kapattı, kalbinin üzerine koydu. Babasını gerçekten seviyordu. Kendi çocuklarını nasıl yetiştirmesi gerektiği ile ilgili böyle bir BABA’dan deneyim edindiği için kendini çok şanslı hissediyordu. Babası ile ilişkisinin sağlam temeller üzerinde inşa edilmiş olmasının sebebi, ilişkilerinde sağlıklı bir al-ver dengesinin olmasıydı. Babası Zeki’nin yaptığı hiçbir jesti karşılıksız bırakmamıştı. Bu jestler, karşılıklı ödenen bedeller sayesinde çok kuvvetli, çok girift bağlara sahip, ayrılmaz bir ilişkileri olmuştu. Kitabın arka kapağındaki cümleye takıldı gözleri:

 

“ Hayat bedel ve karşılığı ile ilgilidir.” 

 

Babasına bu kadar değer vermesinin sebebi buydu belki de… Karşılıklı ödenen kıymetli bedeller…

Yorum Gönder

Yapılan yorumlar onaylandıktan sonra gözükmektedir.

Daha yeni Daha eski