Mehmet henüz 9 yaşındayken Bulgaristan'daki zulümden kaçmıştı. altı yaşındaki kardeşi ile birlikte Türkiye'ye geldiler. Gelmişlerdi gelmesine ama ne paraları ne de kimseleri vardı. Hiç bilmedikleri bir şehirde yalnız başlarına kalmışlardı. Bir süre sokaklarda kaldılar. Onlara verdikleri ile ancak karınlarını doyurabiliyorlardı. Çoğu zaman ise yiyecek bir şey bulamadıkları için aç yatıyorlardı.
Yarı aç yarı tok sokaklarda yaşamaya devam ederken; Mehmet sonunda kendisine bir dokuma atölyesinde çırak olarak iş bulmuştu. Atölyenin patronu durumlarını görünce onlara atölyede kalacak yer de ayarlamıştı. Artık sığınabilecek bir yerleri vardı. Daha da önemlisi artık kazanabileceği bir işi vardı. Mehmet küçük yaşına rağmen herkesten çok çalışıyordu. “Ben anlamam, ben bilmem, ben çocuğum” demeden, hiç şikayet etmeden her işe koşturuyordu. Yorulmak nedir bilmeden ustası ne diyorsa yapıyordu. Verilen işi hiç ertelemez, hemen tamamlamak isterdi. Kendi işi bittiğinde diğer çalışanlara da yardım ediyordu. Verilen işi bir an önce öğrenme konusunda çok azimliydi.
Patronu da Mehmet'i çok sevmişti. Ona haftalık verirken diğer çıraklara göre daha fazla ödeme yapıyordu. Mehmet diğer herkesten daha çok çalışıyordu. Mehmet ayrıca çok tutumluydu. Kazandığı parayla kendisinin ve kardeşinin ihtiyaçlarını karşılıyordu. Geriye kalan parasını da biriktiriyordu.
Aradan yıllar geçti. Mehmet 26 yaşına geldi. Çalıştığı firmada artık usta olmuştu. Küçük yaşından beri atölyede ki neredeyse her işe koşturuyordu. Bu özelliği, Mehmet’i problem çözme konusunda oldukça geliştirmişti.
Bir gün atölyenin sahibi Mehmet'i yanına çağırdı.
- "Mehmet, seni işe ilk aldığım günü hatırlıyorum. Daha o gün senin bu noktaya geleceğini anlamıştım dedi ve ekledi. Ben artık çok yaşlandım ve çocuğum da yok. Sen burayı kendi işin gibi görüp çok çalıştın. Ben de bu emeklerinin karşılığı olarak bu firmayı sana bırakmak istiyorum” dedi.
Mehmet’in aslında hiç böyle bir beklentisi olmamıştı. O sadece işini elinden geldiğince iyi yapmaya çalışmıştı. Hemen olduğu yerden fırlayıp patronuna sarıldı. Ellerini öptü ve teklifini kabul etti. Karşılık beklemeden yıllarca ödediği bedellerin karşılığını aldığı için çok mutluydu.
Bu mutluluğuna rağmen Mehmet’i rahatsız eden bir konu vardı. Bulgaristan'dan Türkiye’ye kadar getirdiği kardeşi Hasan. Hasan'a abiliğin yanında hem annelik hem de babalık yapmıştı. Hasan’ın bir dediğini iki etmemişti. Tabiri caizse onun elini sıcak sudan soğuk suya sokmamaya çalışmıştı. Mehmet kardeşine çok düşkündü.
Hasan'da abisi ile birlikte aynı atölyede yıllarca kalmıştı. Hasan, abisinin ona olan düşkünlüğünün farkındaydı. Bu sebeple kendi sorumluluklarını bile bazen ağırdan alıyordu. Tüm yükü abisinin almasına alışmıştı. Ödemesi gereken kendi bedellerini abisine ödetiyordu. Abisi onu uyardıkça Hasan hep farklı bahaneler üretiyordu. Sürekli halinden şikâyet ediyordu.
Bunu gören bir arkadaşı Mehmet’e;
- “Senin kardeşin rahatlık tuzağında” demişti.
Rahatlık tuzağı mı? “Onun yapması gereken birçok şeyi sen yapıyorsun. Bu yüzden onu rahatlık tuzağına düşürmüşsün” demişti. Mehmet o zaman buna anlam verememişti. Çok sevdiği kardeşi için fedakârlık yapmasında ne yanlış vardı ki? Hatta daha da ilginç bir şey daha söylemişti.
- “İleride bu çocuk sana nankörlük bile yapabilir”!
Mehmet arkadaşının dediklerini anlamlandıramamıştı. Oysa ki o kardeşinin iyiliğinden başka bir şey istemiyordu.
Yıllar geçmiş ve Hasan da büyümüştü. Sürekli olarak şikâyet etmekten başka bir şey yapmıyordu. Mehmet hayatı boyunca kardeşini mutlu etmek için çabalayıp durdu. Buna rağmen Hasan hiç mutlu değildi. Koca adam olmuştu ama elinden hiçbir iş gelmiyordu ve çok marifetsizdi. Bu yaşında bile her şeyi abisinden bekler durumdaydı.
Mehmet patronundan aldığı güzel haberi hemen kardeşiyle paylaşmak istedi. Bu sırada Hasan yine evde yatıyordu. Mehmet kardeşinin yanına sevinçle geldi. Oturdu ve heyecanla olanları anlatmaya başladı. Kardeşinin de çok mutlu olacağını düşünüyordu hatta bundan emindi. Fakat Hasan sanki hiçbir şey olmamış gibiydi. Abisinin yüzüne duygusuzca baktı. Bu haber bile onu mutlu etmemişti.
Hayatı boyunca hiçbir şeyden mutlu olmadığı gibi…
Tam tersine abisine diklendi. “Bu firmada benim de hakkim var! dedi ve ekledi benim hakkımı yiyemezsiniz”! Ardından ceketini de alıp kapıyı çarparak gitti. Mehmet olanlara inanamamıştı. Halbuki hayatı boyunca kardeşi için ne kadar fedakârlık yapmıştı. Nasıl olurdu da kardeşi ona bu nankörlüğü yapabilirdi? Bu onun en mutlu günüydü. Kardeşi onun mutluluğuna ortak olacağına onu terk etmişti?
O anda Mehmet’in aklına arkadaşının Hasan hakkında söyledikleri geldi. Arkadaşı bunları nereden bilmişti? Onun göremediği bir şeyi mi görmüştü? Mehmet rahatlık tuzağının ne demek olduğunu şimdi anlamıştı.
İnsan hayat yolculuğunda her zaman problemler ile karşılaşır. Bunlar bazen aile içi ilişkiler ile ilgili olur. Bazen de iş hayatıyla... Çoğu zaman insan karşılaştığı problemlere doğru cevaplar veremez. Böyle bir durumda ise hayatının çıkmaza girdiğini düşünür. Çoğu zamanda problemlerini sadece kendi deneyimleriyle çözmeye çalışır.
Deneyimsel Tasarım Öğretisi derki;
“Hayat her çözümü deneyerek bulabileceğimiz kadar uzun değildir.”
O sebeple insan başka insanların deneyimlerini transfer etmek zorundadır. İşte o zaman doğru çözümleri daha kısa zamanda ve daha az maliyetle bulabiliriz.
Mehmet rahatlık tuzağının ne demek olduğunu aslında şimdi öğrenmişti. Peki bunları yaşamasına gerek var mıydı? Keşke arkadaşı ona ilk anlattığında anlamış olsaydı… Belki o zaman kardeşine olan tutumunu değiştirebilirdi.
“Keşke ilk söylenenler ilk söylendiğinde anlaşılabilseydi…”