- Bu akşam nereye gidiyoruz?
- Bu akşam da mı bir yere gideceğiz?
- Dünyaya kaç kere geliyor insan? Ne yaşarsak kârdır…
- Kâr olduğunu anladık da bizimki de can! Bu tempoya can mı dayanır?
- Dayanır, dayanır! Biz kimleri cebimizden çıkarırız… Hey gidi hey… Ben çıkıyorum, istersen gelirsin.
Osman her akşam başka bir eğlence mekânında gününü gün ediyordu. Bazen yanında arkadaşları oluyor bazen de yalnız takılıyordu. Ama o hep başka bir alemdeydi. Sanki dünyada bir şeyleri yetiştirme telaşı içindeydi. Eğlenmediği her günü zarar sayıyordu.
45 yaşında olmasına rağmen hayatın hazlarının peşinden doludizgin koşturuyordu. Tıpkı dizgini olmayan tay gibi… Çok uyaran olmuştu onu. Hepsine vereceği bir cevabı vardı. Her bir cevabın da kendince mantıklı bir açıklaması vardı. Yıllar içinde herkes Osman’ın bu davranışlarını kabullenmişti. Eşi Mehtap kendini çocuklarına adamıştı. Mehtap’ın bu hayattaki tek amacı çocuklarının iyi okullarda okuyup iyi bir yuva kurmasıydı.
Osman her gece olduğu gibi alemdeydi. Tek başınaydı. Ortam da sakindi. Bu gecenin tadı yok deyip kendini dışarı attı. Her gece çok hareketli geçmiyordu tabi. Bazı geceler tatsız tuzsuz, heyecansızdı. Tıpkı iş çıkışı eve gidip ailesiyle vakit geçiren arkadaşlarının hayatı gibi, monoton… Bu gece de öyle monotondu. En iyisi eve gidip uyumaktı. Ayda birkaç kere işe vaktinde gitmek onun da hakkıydı!
Barın kapısında çıkıp sokağın köşesini döndüğü esnada, köşede bir çocuğun dilendiğini gördü. Çocuğun düşeceğini fark edince Osman gayri ihtiyari hamle yaptı ve çocuğu yakaladı. Neyse ki kafasını yere çarpmadı. Ama çocuk kendinden geçmişti. Bilinci kapalıydı. Çağırdığı ambulans çok geçmeden gelmişti.
Sağlık ekiplerinin canhıraş çabası Osman’ın ilgisini çekti. Olayı yakından izlemeye başladı. “Kalbi yavaş da olsa atıyor, nabzı var.” Osman bu kavramları hastanede bile duymamıştı. Çok şaşırdı ve daha da yakından izlemeye başladı. Çocuğun durumunun kritik olduğu anlaşılıyordu. Apar topar ambulansa bindirip hastaneye doğru yola çıktılar. Hareket ederken de Osman’a “5 dakika geç haber verseydiniz ölmüş olabilirdi.” dedi görevli.
Osman olduğu yerde donakalmıştı. Ölmek mi? Küçücük çocuk neden ölsün ki? Osman’a göre ölüm 60 yaşından sonra sırayla meydana gelen veya trafik kazasıyla olan bir durumdu.
Bir taksi çağırıp evine giden Osman bir şeylerin muhasebesini yapmaya başlamıştı. Ölmek üzere olan bir çocuk kollarına düşmüştü. Onun sayesinde kurtulacaktı belki de. Oysa kendi çocuklarını hiç kollarına almamıştı. Sadece harçlık almak için yanına geliyor ve hemen uzaklaşıyorlardı.
O günden sonra bir şeyler Osman’ın dikkatini daha fazla çekiyordu. Ne kadar çok dilenci vardı sokaklarda. Mendil satan çocuklar… Işıklarda arabanın camını silenler… Trenlerde mendil satanlar… Kapkaççılar…
Günler günleri kovalarken Osman’ın dikkatini çeken şeyler hayatına da temas etmeye başlamıştı. Bu çocuklar neden sokaklardaydı? Bunların anneleri babaları yok muydu? Okulda olmaları gerekmiyor muydu?
Zamanla üzerinde düşündüğü bu konulara daha fazla kafa yorup neler yapılabileceğini düşündü. Bu düşünceler ve aklına gelenleri yapmaya zaman harcaması hayatında önemli bir yer tutuyordu.
Osman öncesinde hayatının büyük bir bölümünü tüketerek ve kendine zarar vererek geçirmişti. Dilenci çocuktan sonra hayata bakış açısı çok değişmişti. Hem kendisine hem de insanlara nasıl fayda verebilirim diye düşünüyordu sık sık. Akşamları dışarıya çıkmak artık aklına bile gelmiyordu. Hayatına faydalı bir şeyler girdiğinde zararlı olanlar kendiliğinden çıkmıştı. Çünkü hayatta boşluk yoktur. Yaptığımız her şey ya fayda ya zarar verir.
Peki bizim yaptıklarımız ne veriyor? Fayda mı zarar mı?